Teknoloji Bölgeleri Geliştirme Kanunu’na ilişkin komisyon konuşması
ALİ KENANOĞLU (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşları ve hazırundaki arkadaşları, herkesi saygıyla selamlıyorum.
Yeni yasama yılının Meclisimize ve Komisyonumuza hayırlı olmasını temenni ediyorum. Ancak yaşadıklarımız demokrasi, hak ve özgürler açısından çok da hayırlı bir döneme girdiğimizi göstermiyor zira partimize yönelik operasyonlar çeşitli bahanelerle sürdürülüyor ve halkın iradesine yönelik millet iradesi gasbedilmeye devam ediliyor.
Bu arada Komisyon üyelerinden bahsedildi. Bizim de Komisyon üyemiz 3’tü bu Komisyonda. Sayın Musa Farisoğulları, Enis Berberoğlu ve Leyla Güven’le birlikte vekilliği düşürülerek Komisyondan da düşmüş oldu. Bunu da belirtmek isterim.
Şimdi, bütün bu koşullar içerisinde Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu’nu görüşüyoruz. Öncelikle kanunun yapım şekline yönelik eleştirilerimiz var, bunu dile getirmek istiyorum. Kanun bize 1 Ekimde Sayın Başkanın telefonuyla birlikte -teşekkür ederiz, arayarak bildirdi- bize bildirildi ve arkasından sanırım bütün üyelere bir mail atıldı, mailin bize ulaşma zamanı perşembe günü saat 15.00’ti. Bunu şunun için söylüyorum: Yani arada cumartesi, pazar var ve salı günü Komisyon toplantısındayız. Bu aynı zamanda bizimle birlikte bu konuyla ilgili diğer kurum ve kuruluşlara yani bu yasayla doğrudan ilgili olan kurum ve kuruluşlara da aynı süre içerisinde iletilmiş, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla bu kadar dar zamana sıkıştırılmaması gerekiyor bu tür kanunların. Biz burada oturuyoruz, birtakım kanunlar çıkarıyoruz, oylama yapıyoruz filan, çoğunluk oyu olanların oylarıyla genellikle kanunlar çıkıyor. Ancak şu var: Yani, bu kanunlar birçok insanın yaşamını doğrudan etkiliyor, bire bir etkiliyor. Dolayısıyla bu kanun yapım süreçlerinin uzun bir zamana yayılması gerekiyor. Yani öncelikle bu kanunların sağlıklı olabilmesi için hakikaten halkın faydasına kanunlar hâline dönüşebilmesi için öncelikle bunların kamuoyuna öncesinden duyurulması gerekir, belki bir yıl önce, belki altı ay önce, bilemiyorum süresini ancak makul bir zaman içerisinde kamuoyunun bunu tartışmasına sadece ilgili kurumlardan değil yani ilgili STK’lerden değil, aynı zamanda vatandaşlardan da yani bu kanunlarla doğrudan etkisi olan vatandaşlardan da kanuna yönelik öneriler gelebilir, gelmesi de gerekir, böyledir, herhâlde duyurulsa da gelir yani. Netice itibarıyla buradan toplanan verilerle bir taslak oluşturulur, bu web sitesinde yayınlanır ve bu taslak tartışmaya açılır ve arkasından da herkesin katılımıyla, eleştirisiyle, öz eleştirisiyle, önerileriyle bir hâl alır ve buraya gelir, buradan sonrasında da biz burada görevimizi yaparız milletvekilleri olarak.
Şimdi, tabii bu kadar kısa süre içerisinde gördüğüm kadarıyla, bize iletildiği kadarıyla sadece 2 kurum görüş bildirebilmiş, diğer kurumlar hakikaten bu konuyla ilgilenmediler de mi görüş bildirmedi yoksa Perşembe günü saat 15.00’da gelen bir bildirim neticesinde bunu değerlendirebilecek vakitleri olamadı mı -ki arada cumartesi ve Pazar var ve bir pandemi süreci yaşıyoruz filan- bütün bunların da göz önünde bulundurulması gerekiyor. Bu anlamıyla bu tür dar alana sıkıştırılan ve kapalı birtakım diyaloglarla hazırlanan kanunlar daha sonra komisyon üyelerine ve kamuoyuna bilgi olarak aktarılıyor ve buradan kaynaklı olup da çok fazlasıyla hatalar yapılıyor. Biz, bu dönemde bile çıkarılan kanunların aradan bir yıl geçmeden yeniden Meclis gündemine taşındığını biliyoruz yani yaptığınız kanunları yeniden düzeltmek durumunda kalıyoruz. Bütün bunlar niye oluyor? Geniş tabanla, halk kitleleriyle ve konunun muhatabı olabilecek bütün herkesle bu konular paylaşılıp bu şekliyle bir kanun süreci oluşturulmadığı için bu yanlışlıklar, hatalar oluşuyor.
Şimdi, diğer taraftan bir pandemi sürecindeyiz ve pandemi sürecinde teknolojinin önemini çok daha iyi anladık, neredeyse alışverişlerimizi dahi internet üzerinden, on-line satışlar üzerinden yapmak durumunda kaldık. Aslında, bunun haricinde çok daha önemli bir konu vardı, teknolojiyi ilgilendiren: Bu da “Eğitim Bilişim Ağı” dediğimiz EBA sistemi. Yani artık teknoloji üzerinden insanlar eğitimini, öğretimini almak durumunda kaldılar ve bu EBA sistemi üzerinden de insanların eğitim alması konusunda çalışmalar başlatıldı. Ancak teknolojiden bahsediyoruz, teknoloji geliştirmeden bahsediyoruz, teknoloji geliştirme bölgelerinden bahsediyoruz, bununla ilgili altyapılarımızdan bahsediyoruz ama EBA’da şunu gördük; örneğin ilk açtığında öğrenciler daha “Merhaba!” diyebilmek için EBA sistemine girdiklerinde çok kalabalık uyarılarıyla karşılaştılar ve sistemin birçok yerde işlemediğini ve çökmesine tanık olduk. Yani şöyle söyleyelim, kapasitesinin 1 milyon öğrenciye yükseltildiği söyleniyor ancak 19 milyon öğrenci ve öğretmenin olduğu ülkede yaşıyoruz; bu gerçeği de görüp bu geleceğimizi de bunun üzerinden kurgulamamız gerekiyor. Ayrıyeten tabii, bu geliştirme, altyapı, destek, vergi indirimleri filan konuşacağız bugün. Oysa EBA sistemine erişemeyen, internete erişemeyen, teknolojiye erişemeyen çok sayıda insan yaşıyor ülkemizde ve daha dün Türkiye’nin teknolojik açıdan merkezi sayılabileceğini söyleyebileceğimiz İstanbul’da internet altyapısındaki sorun nedeniyle EBA’ya erişemeyen 8 yaşındaki Çınar Mert, sorunun çözümü için çıktığı çatıdan düşerek hayatını kaybetti; internete erişemediği için.
Şimdi, Çınar Mert’in hayatını kaybetmesinin ardından baba ne söylüyor ona bir bakalım. Diyor ki: “Oğlum o bilgisayarın kapağını bile açamadı, olan çocuğumuza oldu, oğlumu ne EBA geri getirebilir ne de başka bir şey. Eğitim hani bedavaydı, herkese eşitti? Eğitim sistemimizi sıfırladılar, ellerine yüzlerine bulaştırdılar, ciğerimiz yandı, ne diyelim?” diyor baba.
Şimdi, olayın yaşandığı günde internetin yani İstanbul’da bir baba, bir çocuk internete erişemiyor ve bundan kaynaklı olarak da yaşamını yitiriyor. Yani teknolojik konular…
Yine, Maraş’ta bir hafta önce edebiyat öğretmeni olarak görev yapan 50 yaşındaki Aziz Serin, öğrencilerine ders anlatırken internet bağlantısında yaşadığı sorun nedeniyle çıktığı tepede kalp krizi geçirerek yaşamını yitiriyor.
Hakkâri kırsalındaki öğrenciler şebeke ve internet sorunlarından kaynaklı EBA’ya ulaşım için her gün Zap Vadisinde şebeke çeken bir yeri aramak için yürüyüş yapıyorlar. Bunlara bir de kış mevsimine doğru girdiğimizi görürsek bu çocukların neyle karşı karşıya olduğunu daha iyi anlarız.
Eğitim-Sen, 6 milyon öğrencinin kesinlikle EBA’ya ulaşamadığını yani internet nedeniyle bilgisayar ya da teknolojik aletler olmadığı nedenlerinden filan bahsediyor. Bütün bunlardan kaynaklı olarak bütün bu teşvikleri ve kanunları bu ortamda hazırladığımızı görmemiz gerekiyor.
Şimdi, burada şunu sormak gerekiyor: Dünya Bankası eğitim altyapısı için 160 milyon dolar verdi. Bu 160 milyon dolar ne oldu, bu 160 milyon dolar ne yapıldı yani bu çocukların -ki 1,2 milyar TL yapıyor- bu para ile internet erişimine ulaşmaları, bilgisayar erişimine ulaşmaları sağlanamaz mıydı ya da bu amaçla bu para kullanıldı mı ya da başka yerlere mi kullanıldı biz bunu soruyoruz tabii, bir taraftan.
Şimdi, bu pandemi sürecinde dünya ülkelerinde şöyle bir tartışma da yaşandı, bizim ülkemizde bu konuda hakikaten ilginç bir yerde duruyor. Şu mesele var: Şimdi, bir kuşağın kritik önemdeki yüz yüze eğitimden mahrum kalması mı önemli yoksa ticarethanelerin açık olup para kazanılmaya devam edilmesi mi önemli tartışmaları yaşandı ve bizim ülkemiz tercihini şuradan yana kullandı: İlk önce AVM’leri açarak bütün alışveriş merkezlerini, restoranları, kafeleri ve benzeri yerlerde çoğu zaman da tedbirsiz bir şekilde açarak buraların öncelik olduğunu gösterdi ama eğitim sisteminde gerekli tedbirleri almayarak açamadı. Aslında gerekli tedbirler alınmış olsa idi buraların yüz yüze eğitime açılabilme imkânları olabilirdi. Tabii, bunun üzerinde tartışmak, değerlendirme yapmak gerekiyor. Ancak tercihini gelecek kuşakların eğitimine değil para kazanmaya ayırdı ve şu anda da bu şekilde gidiyor.
Şimdi, tabii, bilim bir taraftan da özgür düşünceyle oluşur. Yani özgür, özerk bilim merkezleri bu bilimin gelişmesine, teknolojinin gelişmesine vesile olur. Türkiye’nin ileriye dönük ve geniş çaplı ekonomik gelişmeye varabilmesi için öncelikle iç ve dış sorunları demokratik ve barışçıl yollarla çözmenin elzem olduğu idrakiyle hareket ederek bunlarla birlikte hukukun üstünlüğüne inanması, bilgili ve üretken bir toplumu, uluslararası rekabet edebilme potansiyeli, çevreci ve doğacı yaklaşım ve tüm bunlarla sürdürülebilir olması gibi ögelerin tamamını birlikte düşünebilme kabiliyeti göstermesi gerekir ki o zaman bilim ve teknoloji gelişebilsin. Ancak Türkiye’deki yaşanan durum ne? Türkiye’de demokrasi askıya alınmış, halkın iradesi askıya alınmış, üniversiteler özerk bilim yuvası olmaktan çıkarılmış, hepsi birer denetim, kontrol altında mekanizmalar hâline getirilmiş, TÜBİTAK yapısı dahi bugün özerkliğini ve kendi bilim üretme halini ortadan kaldırmış bir yapıya sahip. Bu neye yol açıyor? Bu, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmayışı dolayısıyla ülkeden beyin göçüne sebep oluyor.
Şimdi, beyin göçüyle ilgili yapılan araştırmalar, çalışmalar var. Dünya Bankası, TÜSİAD, YÖK, Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi gibi kurumlar yapmış olduğu bir çalışmada Türkiye en çok beyin göçü veren ülkeler arasında. Şimdi, bu beyin göçünün sebepleri araştırılıyor ve bu sebeplerden birincisi ekonomik sebepler, ikincisi siyasi sebepler, üçüncüsü eğitim sisteminden kaynaklı sebepler, dördüncü yabancı dil eğitim isteği üzerinden kuruluyor. Aslında bu ilk 3 sisteme baktığınız zaman belki dördüncüyü de oraya katabiliriz, bütün bunların hepsi siyasal yönetsel sebeplerdir. Yani ekonomik sebepler de yönetsel sebeplerdir yani bugün İstanbul’da internete ulaşamayan çocuğun yaşadığı sorunlar da siyasal sebeplerdir, eğitim sisteminden kaynaklanan sorunlar da siyasal sebeplerdir çünkü iktidar zaten siyaset kurumunun en başındaki kurumdur. Dolayısıyla biz ülkemizde burada demokratik, özgür bir bireyi, demokratik, özgür bir toplumu oluşturamadığımız takdirde beyin göçüne engel olmamız mümkün değildir. Şimdi, siz burada ne kadar bu yasaları çıkartsanız da, kanunları çıkartsanız da en nihayetinde, neticede gençlik, gençler, bizim geleceğimiz olan bu yavrularımız bu süreci yürütecekler. Şimdi, bunların buradan kalkıp bu gerekçelerle Türkiye’yi terk ettikleri bir yerde beyin göçünü durdurmanız mümkün olmayacaktır. Bu anlamıyla, Türkiye, öncelikli olarak demokratik toplumu, demokratik bireyi, özgür bireyi ve özgür üniversiteyi, bilim merkezi hâline dönüşmüş kurumları hedefine koymak durumundadır; bunu sağlamadığı takdirde herhangi bir ilerleme kaydetmesi de mümkün değildir.
Şimdi, diğer taraftan da teknolojinin kötüye kullanılması meselesi vardır, bu da üzerine düşülmesi gereken bir konudur. Ben bu Mecliste kurulan Teknoloji Bağımlılığı Komisyonunun da üyesiydim, orada çok değerli çalışmalar yaptık ve bir rapor da çıktı. Umarız önümüzdeki günlerde bu rapor Genel Kurula gelir ve o raporun gereği olan birtakım kanunlar çıkarak çocuklarımızın teknoloji bağımlılığından kurtarılmasını sağlarız çünkü teknoloji bağımlılığı bir taraftan şunlara da yol açıyor: Çok ciddi bir psikolojik rahatsızlık olduğunu en azından ben o Komisyondaki sunumlardan çok net öğrenmiş oldum. Diğer taraftan, çocukları intihara götüren birtakım teknolojik oyunların da artık hayatımızın içerisinde, çocuklarımızın karşılaştığı tehlikeler arasında olduğunu öğrenmiş olduk ya da biliyoruz zaten kamuoyuna yansıyan birçok haberden, biliyorsunuz. Bu anlamıyla, bunları engelleyebilecek ya da bunları ortadan kaldırabilecek birtakım sistemlerin de bu çerçevede ele alınması gerekebilir.
Bir diğer teknoloji de savaş teknolojisi. İşte, Türkiye, şu anda iktidar, etrafındaki bütün komşu yangınlara körükle giden bir yaklaşım içerisinde. Yani, kapınızın yanındaki iki komşu kavga etse herhâlde öncelikle onun eline bir balta sıkıştırmazsınız, değil mi yani “Komşunuza götürün, vurun.” diye? Öncelikle kimin haklı, kimin haksız olduğuna bakmaksızın o kavgayı durdurmaya çalışırsınız; daha sonra haklıyı, haksızı tespit edip haklının hakkını teslim etmesini talep edersiniz ve bununla ilgili de çok farklı yaptırımları devreye sokabilirsiniz. Üzerinde tartışırsak eğer, toplumumuzda bununla ilgili anlatabileceğimiz çok güzel toplumsal örnekler vardır. Yaşadığımız coğrafyalarda, Anadolu coğrafyasında, Mezopotamya coğrafyasında devletin işin içinde olmadığı birtakım bu tür konuları engelleyici yaptırımların da olduğunu sizlere anlatabilirim. Şimdi, tabii, biz ne yapıyoruz? Biz şöyle… “İHA’larla ne kadar insan öldürüldü, SİHA’larla ne kadar insan öldürüldü? Vay, teknolojimiz ne kadar iyi!”nin hesabını yapıp buradan bir övünme gerekçesi oluşturuyoruz.
Şimdi, biz şöyle biliyoruz hep, şöyle değerlendiriyoruz: “Şimdi, bu Orta Doğu -büyük oranda Müslüman coğrafyası- bir kan gölü.” Niye kan gölü? “Ya, bu emperyalistler silahlarını satmak için sürekli burayı karıştırıyorlar.” Şimdi, bizim yıllarca “Bu emperyalistler silahlarını satabilmek için sürekli burayı karıştırıyorlar.” sözümüze istinaden, bu yapmış olduklarımız bu algıda bizim de bu işin içerisine dâhil olduğumuzu göstermez mi? Yani, buradan bu meseleye de bakmamız gerekiyor.
Değerli arkadaşlar, son iki konuya değineceğim.
Şimdi, bu teknoloji meselesini konuşurken “1 milyon yazılımcı yetiştireceğiz.” dedi Sayın Bakan Berat Albayrak ve müjdeyi geçtiğimiz nisan ayında verdi. “Hizmet ihracatını artıracak önemli bir adım atılıyor, milyonlarca yazılımcı yetiştirilecek.” diyerek müjdeledi ve bunu tarihî bir istihdam hamlesi olarak da sundu; Türkiye’ye ve gençlerimize yazılımda çok daha ileri noktaya ulaşma imkânı sağlayacağını açıkladı. Şimdi, ne oldu bu 1 milyon yazılımcı projesi? Şöyle: Resmî açıklamalara göre projeye başvuran 630 bin kişi internet üzerinden toplam 936 bin saat eğitim almış. “Eğitim” denilen, açıp video izleme arkadaşlar, bu yani “eğitim” dediği. Bugün biz de çoğu zaman, işte, teknolojiyi hepimiz kullanıyoruz; teknolojiyi kullanırken “Bu konu nasıl kullanılır, bu bilgisayarın şu özelliği nasıl kullanılır?” diye açıp bir video kanalından bu videoları izleyebiliyoruz. İşte, bu bir “eğitim projesi” adıyla sunuluyor ve işte, başvuran 630 bin kişi mezun oluyor. Şimdi, tamam, güzel, mezun oldu. Peki, bunları işverenler yani bu konuyla ilgili çalışan firmalar istihdam ediyor mu? Etmiyor çünkü yani onlara da komik geliyor yani sadece video üzerinden izleyerek mezun olmuş bir kişinin artık bu işleri, hakikaten şirketini yükselteceğini, bütün sorunlarını çözeceğini filan düşünmüyor ki; onlar da bunu tercih etmiyorlar. Biz sadece “Bu kadar insanı mezun ettik.” diye övünüyoruz; işte, bir algı meselesi üzerinden o olayı götürüyoruz.
Diğer bir konu da şu: Türkiye’nin bir silikon vadisi kuruluyordu yani Bilişim Vadisi. Evet, Bilişim Vadisi şu anda Osmangazi Köprüsü’nü geçtiğiniz zaman koca bir tabelayla karşınıza çıkıyor. Şimdi, ancak “Bilişim Vadisi” değdiniz şey böyle tabelayla olacak bir şey değil ki yani tabelayla olmaz ki böyle yani bunlar. Şimdi, trafiğin yoğun olduğu saatlerde İstanbul’dan arabayla iki buçuk saatte gidebiliyorsunuz o Bilişim Vadisi’ne. Şimdi, iki buçuk saatte gidilebilen bu yeri kim tercih edecek? Kimse de tercih etmiyor zaten. O yüzden… Baktığınız zaman, şu anda bilişim şirketlerinin, yazılım şirketlerinin tamamının merkezleri İstanbul’da, Levent’te, Maslak’ta, Karaköy’de, Altunizade’de, bu gibi yerlerde bulunuyor. Yani, siz Bilişim Vadisi kurdunuz diye kimse kalkıp oraya gitmiyor çünkü onun oraya gidebileceği altyapı yok ya da gerekli alan bu anlamıyla tahsis edilmemiş.
Şimdi, bütün bunlar şunu gösteriyor bize: Hakikaten yani bizim “havuz” dediğimiz bu medya aracılığıyla çok güzel bir algı çalışması yürütülüyor. Vallahi, açtığınız zaman o kanalları “Türkiye çok rahat, refah içerisinde. Her gün büyüyoruz. Enflasyon çok yani büyük artmıyor bile filan yani, artsa da çok ufak tefek artıyor. Türkiye güllük gülistanlık.” filan gibi bir algı var ancak gerçekler bu algıdan ibaret değildir. Mutlaka bu algı balonu da bir gün patlayacak ama o patladığı zaman da gerçeklerle yine bizler, bu ülkenin yurttaşları, insanlar karşı karşıya kalacak; o anlamıyla, artık gerçeği konuşmamız ve gerçeğin üzerinden hareket etmemiz gerekiyor.
Saygılar sunuyorum.