“Sorgulayan akla kelepçe vuran zihniyetle teknolojik atılım yapılamaz”
Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Ali KENANOĞLU, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda “Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” üzerine konuşma yaptı. Kenanoğlu, komisyon aşamalarındaki itirazlarını yineleyerek şirketlere getirilecek birtakım imtiyazlar ve vergi muafiyetiyle ülkedeki teknolojinin gelişmeyeceğini ifade ettiği konuşmasında iktidarın eğitim teknolojisinde daha çok savaş teknolojisine yatırım yaptığını söyledi. Üniversiteler üzerinde iktidarın kurduğu baskıya ve ülkede yaşanan beyin göçü sorunu üzerine de konuşan Kenanoğlu, son olarak da Gökhan Güneş’in kaçırılasına da değindi.
Konuşma tutanak metni aşağıdadır.
Dönem: 27 Yasama Yılı: 4 Tarih: 26.01.2021 Birleşim: 41 Ham Tutanak Sayfası: 292
HDP GRUBU ADINA ALİ KENANOĞLU (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli vekiller; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi üzerine HDP Grubu adına, grubumuz adına söz almış bulunmaktayım.
Öncelikle, tabii, kanun yapım sürecine, kanunların yapılması esnasında komisyonlardaki aşamalarına yönelik itirazlarımızı birkaç cümleyle dile getirmek isterim. Kanunlar, aslında, tartışılarak, muhataplarıyla, ilgili kamuoyuyla tartışılarak bütün sektörlerle ya da bu kanunlarla ilgili muhataplarla, bundan etkilenen toplumla açık bir şekilde tartışılıp onların görüşlerinin yansıtılarak komisyona gelmesi ve komisyon aşamasında bütün boyutlarıyla tartışılıp öyle Genel Kurula gelmesi gerekiyor ama oysa bizde, biz, Sayın Başkanın telefonuyla öğreniyoruz ve diyor ki: “Bir kanun geldi, üç gün sonra görüşeceğiz.” Üç gün içerisinde işte kimi STK’lara yazı yazılıyor, onlar gönderdiyse görüşler geliyor. Biz üç gün içerisinde işte o kanun tasarısını okuyoruz. Hepimiz konunun uzmanı değiliz mutlaka ki, her birimiz her konuda uzman değiliz. Dolayısıyla konuyla ilgili danışmanlarla çalışma yapıyoruz filan derken komisyondan apar topar bir günde de kanunu çıkartıyoruz ve ondan sonra Genel Kurula geliyoruz. Genel Kurulda da zaten bu işin hani üzerinde çok tartışılabildiği, irdelenebildiği bir süreç yaşamıyoruz. Oy çokluğu olanın oylarıyla geçen ve kanunlaşan bir süreç yaşıyoruz. Bu anlamıyla bu kanunlar o yüzden sürekli -hani daha bu dönemde bile, 27’inci dönemde bile- aynı kanunun birkaç defa geldiğini, birkaç defa düzeltildiğini biliyoruz, hep beraber yaşadık, birçok kanunda da bunu gördük.
Şimdi, bu Kanun ne getiriyor? Bu Kanun, teknoloji bölgelerindeki faaliyet yürüten şirketlere birtakım imtiyazlar getiriyor. Yani teknoloji bölgelerini geliştirmek için, teknokentleri geliştirmek için, orada faaliyet yürüten şirketleri geliştirmek için; onların yazılım, tasarım, ARGE çalışmalarında elde ettikleri gelirlerden muaf tutulmalarına yönelik esası temelinde bunun üzerine kurulu bir Kanun. Tamam, güzel, yani bütün bu ARGE çalışmaları olsun, ülkemiz teknolojik gelişimlere sahip olsun, tüm dünyadaki teknoloji firmalarıyla yarışan firmalarımız olsun bütün bunların hepsine sahip olalım, bunlar son derece önemli. En nihayetinde hepimiz bu teknolojiyi kullanıyoruz. İşte, bugün geldik Covid meselesinden dolayı aşı konusu da teknolojik gelişmenin bir sonucu olarak karşımızda duruyor.
Şimdi, diğer taraftan da bu teknoparklar, teknoloji merkezleri dışındaki “kuluçka merkezleri” diye adlandırılan aslında bu teknoparklarda yer alamayan ya da uzaklıkları, bulundukları bölgeler itibarıyla buralarda bulunamayan şirketlerin bulundukları yerlere kuluçka merkezleri tanımı getiriyor ve kuluçka merkezlerindeki şirketlerin de aynı şekilde bu haklardan faydalanmasını yani haklardan kastımız vergi muafiyetleri, KDV indirimi, kimi konularda KDV’nin 0’a indirilmesi gibi birtakım haklardan ve kanunlardan faydalanmasını sağlıyor. Diğer taraftan da kârı 1 milyonun üzerindeki teknopark firmalarına her yıl 20 bin girişimci destek zorunluluğu getiriyor, destek personel sayısını artırıp vergi avantajları öngörüyor. Bütün bunlar önemli konular tabii. Pandemi nedeniyle esnek çalışmayı bir yıl daha uzatıyor, girişimcilere destek olan mükelleflere vergi indirimleri sağlıyor; bu konuları içeriyor. Şimdi, burada şöyle bir durum var: Yani diğer taraftan da mevcut teknoparklar var birçok bölgede kurulu bulunan. Hani, benim, İstanbul Milletvekili olarak o bölgede en çok gördüğüm, Osmangazi Köprüsü’nden sonra, geçerken gözüken bir “Bilişim Vadisi” tabelası vardır; tabeladan ibaret bir yerdir aslında, baktığınız zaman içerisi bomboştur. Niye bomboştur? Çünkü İstanbul’a, işte, trafiğin yoğun olduğu saatlerde, iş geliş-gidiş saatlerinde -baktığım zaman- iki buçuk saatlik mesafede bir yerdir ve şirketler o yüzden gelmezler oraya, hepsi İstanbul’un çeşitli merkezlerinde, işte, Maslak’ta, Beşiktaş’ta, Altunizade’de, Kadıköy’de, kimi yerlerde bu şirketlerin faaliyetlerini sürdürürler. Ancak yani böyle, sadece belli bir araziyi “teknopark” ilan etmekle, burayı “Bilişim Vadisi” diye tanımlamakla orası “bilişim vadisi” filan olmuyor. Bu böyle, sizin bunu ilan etmenizle de mümkün değil.
Ayrıca, başka bir konu var, ki esas üzerinde durulması, düşünülmesi gereken konu şu: Yani teknolojik gelişim, şirketlere tanınan vergi muafiyetleriyle olmaz. Teknolojiyi en nihayetinde bilim üretir; bilimsel çalışma ve bilimle donatılmış insan üretir. Şimdi, siz, vergi muafiyetleri, şirketlere birtakım haklar tanıyarak ülkenin teknolojik bir atılım sağlayacağını bekliyorsanız yanılıyorsunuz yani. Böyle bir şey mümkün değil. Yani siz bugün Bakanlığın adından bile “bilim”i çıkarmışsınız ve bu teklifle yasalaştırıyorsunuz bunu, diğer taraftan da bütün bilim merkezlerini ortadan kaldıracak uygulamalar içerisine girmişsiniz; ondan sonra da şirketlere vergi muafiyeti uyguladığınız zaman teknolojik atılım yapacağınızı zannediyorsunuz. Böyle bir şey de mümkün değil.
Şimdi, bilim, öncelikle özgür üniversitede olur, özerk üniversitede olur. Üniversitelerin özerkleştirilmesi gerekir; onların, oraların bilim yuvaları hâline getirilmesi gerekir. Siz ne yapıyorsunuz? Sizin ne yaptığınızı, aslında üniversitelere ne yaptığınızı şuradaki fotoğraf çok iyi açıklıyor. Yani üniversitelerin kapısına kelepçe vuran bir iktidar hâlindesiniz artık. Şimdi, üniversitelerin bir taraftan polis karakollarına, polis merkezlerine çevrildiği bir yerde, oradaki öğrencilerin özgür düşüncesine ket vurulmaya, muhalif bakış açılarına ket vurulmaya çalışıldığı zaman siz de buraları bilim alanları olarak değerlendiremezsiniz, buralardan bu şekilde faydalanamazsınız, bu mümkün değildir. Öğrencilerden korkmayın, öğrencilerin özgür düşüncesinden de korkmayın, öğrencilerin muhalif yapılarından da korkmayın. Sorgulayan akıl, bilim üretir, sorgulayan akıldan bilim çıkar ve oradan sonuca ulaşabilirsiniz, teknolojiyi de ancak öyle geliştirebilirsiniz. Ama siz, sorgulayan akla kelepçe vurmayı hedefliyorsunuz, bu da size öyle teknolojik gelişimi sağlamaz.
Bir diğer taraftan da savaş teknolojisi var ki teknolojik gelişimin insan hayatına olumsuz etkileri üzerine yapılan araştırmada, 23 olumsuz etkinin ilk sırasında savaş teknolojileri yer alır. Kaydedilen teknolojik gelişmeler nedeniyle atom bombaları, uzun menzilli füzeler, kimyasal silahlar, kitle imha silahları, nükleer silahlar, insansız savaş uçakları, bütün bunların insanlık için tehlikeli sınıflarda yer aldığı, bu konuyla ilgili çalışan akademik, bilimsel çevrelerin ortaya koyduğu teknolojik bir vakıadır. İktidarın izlediği politikanın barışçıl bir politika olmadığını hepimiz biliyoruz. Neredeyse bütün komşularıyla sorunlu hâle gelmiş ve buradan kaynaklı olarak da sürekli savaş teknolojileri üzerinden övünen bir iktidarla karşı karşıyayız. Oysa övünmemiz gereken nedir? Övünmemiz gereken -tam da bu Covid sürecinde yaşadığımız- eğitim teknolojisidir. Peki, eğitim teknolojisinde ne durumdayız? İşte, EBA’nın ne hâlde olduğunu hepimiz gördük. Öğrenim sistemimiz, şu anda okullarda fiziki olarak görülemeyen eğitim sistemi EBA’nın çökmesiyle bir bütün olarak çökmüş durumda. Yaklaşık 6,5 milyon insanın -öğrenci, öğretmen- EBA’ya ulaşamadığı ifade ediliyor yapılan çalışmalarda ve interneti olmayan çok sayıda öğretmen ve öğrenci var. Bunlar, öyle ülkenin belli bölgelerinde de değil. İstanbul’da dahi buna ulaşamayan insanların olduğunu hepimiz biliyoruz, basına çok sayıda da yansıdı. Bilgisayarı ve televizyonu dahi olmayan aileler var dolayısıyla bu eğitim teknolojileri maalesef ki ülkemizde gerekli yatırımın yapıldığı bir alan değil, önemsenen bir alan değil.
EBA’nın ne hâle geldiğini biliyoruz. İstanbul’da EBA’ya erişemeyen 8 yaşındaki Çınar Mert’in sorunu çözmek için çatıya çıktığını ve oradan düşüp yaşamını yitirdiğini biliyoruz. Ve onun babası Önder Mert şöyle diyor: “Oğlum o bilgisayarın, aldığı bilgisayarın kapağını bile açamadı. Olan çocuğumuza oldu. Oğlumu ne EBA geri getirebilir ne başka bir şey. Eğitim hani bedavaydı, eğitim hani herkese eşitti.” diye soruyor.
Eğitimin bedava olmadığını ve herkese de eşit bir şekilde iletilmediğini en iyi bize bu pandemi süreci gösterdi. Bir ayrıcalıklı sınıf var, bir de hiçbir zaman evinde televizyonu, bilgisayarı, interneti bunlara ulaşma imkânı olamayan toplumsal kesimler var. Şimdi, bunlar dedim ya İstanbul’da da yaşandı, yurdun birçok bölgesinde de bunları yaşadık yani.
Şimdi, diğer taraftan da bu işin faturası da var yani internet faturaları kabarık, elektrik faturaları kabarık yani bu teknolojiyi kullanmanın da ailelere getirdiği bir fatura var. Bütün bunlar da bizim önümüzde duran sorunlar olarak gözükmektedir. Bu anlamıyla şirketlere vergi indiriminden öte bu çocukların geliştirilmesi gerekmektedir ve bu çocuklara yönelik destek önemlidir ancak o destekle birlikte, bu çocuklar bilimsel katkılar içinde yer alabilirler ve teknolojiyi geliştirebilirler. Ayrıca, buradan sormak gerekir: Dünya Bankası uzaktan eğitim altyapısı kurulması için Türkiye’ye 160 milyon dolar kredi desteği verdi, peyderpey gelen bir destekti bu; bu destek nerede kullanıldı? En azından bu internete, bilgisayara ulaşamayan öğretmenler ve öğrenciler için bu kredi kullanılamaz mıydı; bunu da sormak lazım.
Diğer bir önemli konu bu konuda beyin göçüdür. Yani Türkiye’de teknolojik gelişimleri besleyebilecek eğitimli öğrencilerin, zeki gençlerin yetiştirilmesi gereken ve Türkiye’de tutulması gereken ortamlar sağlanamadığı için yurt dışına gitmek zorunda, özellikle Batılı ülkelere ve Amerika’ya gitmek zorunda kalan öğrenciler var. Şimdi, bu beyin göçünün sebepleriyle ilgili bir araştırma yapılmış. İşte, Dünya Bankası, TÜSİAD, YÖK, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi gibi kurumların da içerisinde olduğu bir araştırma bu ve bu beyin göçünün sebepleri şöyle sıralanıyor, diyor ki: “1) Ekonomik sebepler 2) Siyasi sebepler 3) Eğitim sisteminden kaynaklı sebepler 4) Yabancı dil eğitimi isteği üzerine kurulu sebepler…” Böyle sıralanıyor. Şimdi, bu 4 önemli başlığa baktığınız zaman bunların hepsi aslında iktidarın ülkeyi yönetirken uyguladığı yanlış politikaların sonucu oluşan sebeplerdir. Yani bir çocuk, bir öğrenci, bir genç Türkiye’yi terk ederken yani beyin göçü dediğimiz göçü sağlarken bu sebepleri öncelik alarak gidiyor yani. Oysa Türkiye’deki siyasi sebepler, ki bunların aslında ekonomik sebeplerin de eğitim sistemindeki aksaklıkların da tamamı siyasal sebeplerden kaynaklandı, yani ülkeyi yönetenlerin yönetme tarzı ve yönetme anlayışlarından kaynaklı sorunlardır. Bu sorunlar çözüldüğü takdirde, liyakat esas alındığı takdirde o çocuk kendisine iş bulma konusunda bir endişe yaşamadığı sürece Türkiye’de kalmayı tercih edecektir, kendi vatanında kalmayı tercih edecektir, kendi topraklarında yaşamayı tercih edecektir. Ama o biliyor ki “Benim tanıdığım yoksa, siyasi çevrem yoksa; efendim, iktidara yakın bir kimsem yoksa ben zaten ne kadar üniversite okusam da nereleri bitirsem de iş bulma şansım yok.” İşte, 2 tane üniversite bitirip de işsiz kalan gençleri televizyonlarda izliyoruz.
Şimdi, bu beyin göçünün engellenmesinde siyasal sebepler yani demokratik, hak ve özgürlükler söyleniyor ve diğer taraftan da üniversitelerin cazibe merkezi hâline getirilmesi ve saygınlığının artırılması öneriliyor. İşte, kapısına kelepçe vurulan üniversitelerden ne bilim çıkar ne saygın üniversite çıkar ve buradaki gençler de bu ülkeyi terk etmenin fırsatını kollarlar.
Şimdi, Türkiye’nin 3 tane üniversitesi ilk 500’e giriyor: Boğaziçi Üniversitesi, ODTÜ ve İTÜ. Şimdi, bu üniversiteler de hiçbir zaman operasyondan kendini kurtaramıyor, işte, kapısına kelepçe takılan üniversite, Boğaziçi Üniversitesi 197’nci sırada dünya genelinde. Yani sadece ilk 500 içerisinde 3 üniversitemiz var, bunlardan birincisi Boğaziçi Üniversitesi ama Boğaziçi Üniversitesinin de işte, yandaş rektörle, kayyum atamasıyla bütün o kariyeri ve prestiji bitirilmek isteniyor. Buradan da kalkıp işte “Biz teknoloji bölgelerini kuracağız, teknolojiyi geliştireceğiz.” O bölgelerde çalışacak insan bulamayacaksınız. Bu insanların hepsi “beyin göçü” dediğimiz sebeplerden dolayı gidecekler, yurt dışında kendilerine yaşama imkânı, çalışma imkânları bulacaklar.
Dolayısıyla dönüp kalkıp gelip tosladığımız yer, Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidarların tosladığı yer işte, o demokrasi, hak ve özgürlükler duvarı. Yani ne kadar yatırım yapsanız da ne kadar şirketlere indirim yapsanız da demokrasi, hak ve özgürlükler duvarına toslamaktan kendinizi alamıyorsunuz. Bu duvarı aşabilmek için hak ve özgürlükleri ve demokrasiyi geliştirmek yerine, o duvara toslayıp oradan geriye dönüş yapmayı kendinize hedef olarak belirliyorsunuz ve bugüne kadar da hep böyle yapıldı; o duvara toslandı, çarptınız o duvara ama o duvarı açabilecek kapı belli olduğu hâlde o kapıyı açmak yerine o duvardan geri dönmeyi tercih ettiniz. İşte, şu anda ülkemizde yaşanılan demokrasi sorunu, hak ve özgürlükler sorunu da aynı şekilde duruyor ve gitgide de kötüye gidiyor. Sizin de bu anlayışla, bu bakış açısıyla buradan kurtulma şansınız yok.
Şimdi, BioNtech aşısını eşiyle birlikte üreten, bulan şirketin sahibi Uğur Şahin İskenderunlu bir Alevi yurttaş. Acaba, ülkeyi terk edip Almanya’ya gitmeseydi, burada kalsaydı bu aşıyı üretebilecek bir bilimsel çalışma imkânına sahip olabilir miydi? Mümkün değil çünkü Aleviler bu ülkede fişleniyorlar. İşte, Tokat’ta mahalleleri, bölgeleri fişleniyor. İşte, Yalova’daki vakayla beraber 2012’den bu tarafa 37 ayrı yerde Aleviler fişlenmiş, evleri fişlenmiş durumda. Her seferinde İçişleri Bakanına soruyoruz, diyoruz ki: “Bakın, kötü niyetle, art niyetle bakmıyoruz. Ya, bu fişleme sizin dediğiniz gibi çocuk işi de olabilir; işte, bir iki sarhoşun işi de olabilir, kötü niyetli insanların işi de olabilir; hepsi olabilir yani. Mahallede biri birini çekememiştir de yapmış da olabilir. Ancak kamuoyuna açıklama yapmak durumundasınız.” Ben her seferinde, her vakada o soru önergesine o vakayı ekleyip bir daha veriyorum ve bugüne kadar hiçbirine cevap gelmedi. Hadi bana cevap vermediniz, kamuoyuna da açıklamıyorsunuz. Ya bu 37 vakada… 37 vaka şöyle: 2012’den bu tarafa 37 ayrı tarihte, 37 ayrı bölgede, çok farklı sayıda işaretleme. Şimdi, bunlarla ilgili kamuoyuna bir açıklama yaparsınız, dersiniz ki: “Ya, bakın, bundan endişe duymayın yurttaşlarımız, netice itibarıyla bu, şu şu sebeplerden dolayı olmuştur, yapan kişi gözaltına alınmıştır, hakkında şöyle bir işlem yapılmıştır vesaire vesaire…” Şimdi, bütün bu açıklamalar yapılmıyor. Ya, soru önergesi veriyoruz, cevap verilmiyor. Şimdi, böyle olduğu zaman da işte, ülkede demokrasi filan hak getire.
Şöyle birisini söyleyeceğim, Gökhan Güneş. Gökhan Güneş de benim hemşehrim, Tokat’ta Alevi bir ailenin sosyalist işçi bir çocuğu. Gökhan Güneş 20 Ocakta iş yerinin önünden kaçırıldı. Altı gün haber alamadık, altı gün. Bütün aile feryat figan, bütün aile; etrafı, arkadaşları filan. Gidiyorlar emniyete, savcılığa, her tarafa; diyorlar ki: “Ya, Gökhan nerede?” Şimdi, gündüz vakti, kamera kayıtları var. Nereden aldık kamera kayıtlarını? Aile kendi imkânlarıyla bulmuş kamera kayıtlarını. İş yerlerinin kamera kayıtlarını gitmiş almış, oradan emniyete veriyorlar, götürüyorlar “Kamera kaydı bu.” diye. Kaçıran araç belli, aracın gittiği istikamet belli, her taraf MOBESE’yle sarılmış durumda, her yer izleniyor ancak Gökhan Güneş altı gün boyunca bulunamadı -tırnak içinde- bulunamadı. “Haberimiz yok, bizde değil, bilmiyoruz.” dediler. Bu sabah saat altıda İstanbul Başakşehir’de gözleri bağlı bir şekilde bırakıldı, gözleri bağlı bir şekilde. Ve kendisi bugün bir basın açıklamasıyla durumunu anlatıyor, diyor ki: “Altı gün boyunca işkence yaptılar. Gözlerim kapalı, çıplak vaziyette bilinmeyen bir yerde tutuldum. Soğuk su, elektrik, dikey mezar denilen bir tabir ve kaba dayak -ki izleri de var- uygulandı. Bana iş birliği teklif edildi ‘Bizimle çalış, bizim hesabımıza çalış. Muhalif yapını bırak.'” Şimdi, ya, nasıl bir şeydir? İçişleri Bakanlığına soruyoruz, ya sizde mi bu? “Bilmiyoruz.” Ama o esnada Tokat’taki amcası aranıyor, deniliyor ki “Köye geldi mi? Burada mı?” Sanki haberleri yok. Ya, kaçırıldığı istikamet belli, aracın gittiği istikamet belli. Madem öyle, bakarsınız, plakayı tespit edersiniz, oradan iki günde bulursunuz, bir günde bulursunuz. Ama bu vakalar yaşanıyor. İşte, gençler Türkiye’de bunlara maruz kalıyor. Şimdi, bütün bunlara maruz kalınan bir yerde bilimden, teknolojiden, gelişmişlikten bahsediyoruz, işte bu duvarlara çarpıp çarpıp kalıyorsunuz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Tamamlayalım lütfen.
ALİ KENANOĞLU (Devamla) – Bunlar bu ülkede yaşandığı sürece, siz istediğiniz kadar yatırım yapın, teknolojinizi geliştirmeye çalışın, bunu sağlayamazsınız çünkü bu insanları; o teknolojiyi geliştirecek, kullanacak insanları siz ülkede tutamazsınız çünkü ülke topyekûn olarak bir hapishaneye çevrilmiş durumda.
Hapishane demişken buradan da başta Selahattin Demirtaş olmak üzere, Figen Yüksekdağ olmak üzere açlık grevinde bulunan ve hapishanede tutsak edilen bütün yoldaşlarımıza, dostlarımıza, arkadaşlarımıza selamlarımı iletiyorum.
Hepinize teşekkür ediyorum arkadaşlar. (HDP sıralarından alkışlar)