Zenginler kulübü AKP’den zengine yasa, fakire seccade
Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Ali KENANOĞLU, Organize Sanayi Bölgeleri (OSB) kanunu hakkında Meclis’te HDP grubu adına söz alarak fikir ve önerilerini sundu. AKP temsilcilerinin zenginliklerine zenginlik katarak “zenginler kulübü” üyesi olduklarını söyleyen Kenanoğlu, “zenginler kulübü” üyesi AKP’nin fakir halkın yararına yasalar çıkaramayacağının altını çizdi.
Konuşma videosu ve tutanak metni aşağıda yer almaktadır.
Dönem: 27 Yasama Yılı: 6 Tarih: 3.04.2023 Birleşim: 83 Ham Tutanak Sayfası:170-
Konuşmacı: ALİ KENANOĞLU Seçim Çevresi: İSTANBUL
HDP GRUBU ADINA ALİ KENANOĞLU (İstanbul) – Sayın Başkan, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Evet, 27’nci Dönemin son haftasına girdik ve son haftaya girerken bir kanunlar yağmuruna tabi tutulduk dersem yeridir. Mecliste son hafta anlaşılıyor ki yani öyle öngörülüyor ki cumaya kadar da çalışma yapılacak ve birçok kanun birden geçecek. Tabii bu kanunlar bu kadar acil mi, bu kadar önemli, son dakikada getirilen kanunlar neler? Bunlara baktığımız zaman şunu görüyoruz; Şu anda üzerinde konuşmuş olduğumuz kanun organize sanayi bölgeleri kanunu ve birtakım kanunlardaki düzenlemeleri içeriyor. Esasında tümüyle sermayenin, işverenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere son dakikada çıkarılan kanunlar, hazırlanan kanunlar, buraya getirilen kanunlar.
Şimdi, yapılan bir araştırma şunu gösteriyor: Meclisteki milletvekillerinin gelir durumlarına, iş durumlarına bakılmış ve en zengin milletvekili grubu, parti olarak AK PARTİ olduğunu ifade ediyorlar yani milletvekilleri içerisindeki en zengin grup burası, iş insanlarından oluşuyor yani büyük sermaye sahiplerinden oluşuyor. Tabii, şu var yani sadece milletvekilleri için değil, şu anda AKP’nin il, ilçe yöneticileri, kapısından geçenlerin dahi zengin olduğunu söylemek belki yeridir. Şimdi, bu bir zenginler kulübüne dönüşmüş AKP’den tabii ki nasıl bir kanun bekleyeceğiz? Yani “Fakirin fukaranın, garibin gurebanın, yoksulun, dar gelirlinin sorunlarına derman olabilecek; Meclis bitiyor, 27’nci Dönem bitiyor, belki birçoğumuz buraya tekrar vekil olarak gelmeyeceğiz, bari böyle hatırlanalım; halkın çıkarına, onların yoksulluğuna çözüm olacak, dertlerine derman olacak birtakım kanunlar çıkaralım.” mı diyecek zenginler kulübü? Tabii ki zenginler kulübü bunu düşünmeyecek. Zenginler kulübü sermayenin yanında ve oradan gelen talepleri son dakika içerisinde karşılamaya çalışacak. O nedenle şu anda, her zaman olduğu gibi, yine, zenginler kulübü tarafından teklif edilen ve o zenginler kulübünün önermiş olduğu bir kanun teklifini görüşüyoruz. Şimdi, bu dönemde yani AKP’nin iktidarı döneminde emeğin, emeğiyle geçinenlerin millî gelirden aldığı pay yüzde 23’e kadar düşmüş durumda. Dolayısıyla, aslında bu bir tercih ve bu tercih çerçevesinde sermayeden yana bir tavır sergileyen ve bütün kanunları, önceliğini buna göre ayarlayan bir iktidardan bahsediyoruz.
Şimdi, tabii ki sermaye için kanun çıkartırken fakire fukaraya da seccade gösteren bir iktidarla karşı karşıya olduğumuzu ifade etmek isterim.
Şimdi, 4 kişilik bir ailenin Şubat ayı itibarıyla açlık sınırı 9.425 lira olarak açıklanmış, yoksulluk sınırı 30.700 lira. Bekâr, tek bir kişinin yaşam maliyeti 12.265 lira. Dolayısıyla, yani asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığı bir ülkede iktidarın karnesinin ve kimler için çalıştığının anlaşılması zor değil yani çok net bir şekilde de gözüküyor.
Şimdi, konuşmuş olduğumuz Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu, tabii ki organize sanayi bölgelerindeki işletmelerin, büyük sermayedarların talepleri çerçevesinde getirilmiş. Onların da tabii, sorunları ve sıkıntıları var, bunların da bertaraf edilmesi, çözülmesi gereken hususlar var. Ancak, bizim şu temel bakış açısına sahip olmamız gerekiyor: Yani büyürken, yani kalkınırken, yani bütün bu ekonomik sistem içerisinde bir politika üretirken bakış açımızı da değiştirmemiz gerekiyor. Şimdi, burada ne demek istiyoruz? Örneğin, organize sanayi bölgeleri kuruluyor. Organize sanayi bölgeleri kurarken bir taraftan da bu sanayi bölgelerinin yani sermayenin önceliğine göre tarım alanlarına ve çiftçilerin üretim alanlarına da sanayi bölgeleri yapıldığını görüyoruz. Çok basit birkaç haber, şöyle hemen girdiğinizde görürsünüz, örneğin, Aksaray’ın Eskil ilçesindeki 4 köyün ortak mera alanına yapılmak istenen organize sanayi bölgesi köylülerin tepkilerine neden oluyor.
Yine, Gaziantep’te 5’inci Organize Sanayi Sitesi’nin genişlemesine tepki gösteren köylüler diyorlar ki: “Ya burayla ilgili kıraç bir topraktan analiz toprağı alıp, sanki buranın toprağıymış gibi gösterip tarıma elverişsiz diye rapor verdiler. Oysa, gelin, beraber bakalım, bu araziler son derece tarıma elverişli.” diye ifade ediyorlar.
Yine, Edirne Kavacık köyünde kurulması planı sanayi bölgesine karşı çıkan köylüler Danıştaya başvurdular, Danıştay bölgede keşif ve inceleme yapacak. Amasya’nın Taşova ilçesine bağlı Çambükü köyündeki organize sanayi bölgesine karşı çıkan köylülerin durumunu biz burada, defalarca bu kürsüde gündeme getirdik. Yani köylüler diyor ki: “Ya, organize sanayi bölgesini yapıyorsun, bu sermayedarlara mekân oluşturuyorsun, yer oluşturuyorsun, benim toprağıma dokunma bari. Ben tarımımı yapayım, üretimimi gerçekleştireyim yani bunu git başka yerlerde yapacaksan yap.” Tabii, bizim doğru bildiğimiz yanlışlar var hani dedim ya bir bakış açısını değiştirmemiz gerekiyor diye, doğru bildiğimiz yanlışlar var. Yani büyüme, daha çok sanayileşme, daha çok enerji üretme hani bu dünya ölçeğinde büyük bir alana sahip olma, büyük bir üretici olma bu alanda filan iyi bir şeymiş gibi gösteriliyor bize. Yani bunlar çok iyi bir şey, ülke gelişiyor, ülke büyüyor, ön sıralara yere çıkıyoruz filan ama doğayı ve insanı öncelemedikten sonra bu büyümenin belli bir süre sonra -belki bizim yaşamımız, bizim ömrümüz yetmeyecek ama bizden sonraki çocuklarımızın, torunların yaşamında- aslında bu “büyüme” denilen işin toplumu geleceğimize, insanlığa, bütün bu doğaya, canlara nasıl zarar verdiğini de görmüş oluyoruz. Bugüne kadarki bildiğimiz bütün ezberleri ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bugüne kadarki övdüğümüz, övücü kabul ettiğimiz bu sanayileşme ve büyüme kriterlerinin tümünü defterden silmemiz gerekiyor. Burada doğayı tahrip etmeden, canlılara zarar vermeden, doğanın dengesini ve bütünlüğünü bozmadan bir yaşamı ilke edinmemiz ve insanlığı buna hazırlamamız gerekiyor. Yani ülke olarak da buradan başlamamız gerekiyor. Bize sürekli öğretilmiş ezberlerden kaçınmamız gerekiyor. Örneğin deniliyor ki: “Ya, işte, elektrikli araba…” şimdi sermaye kendisine yeni bir şey bulmuş; fosil yakıtlar kötü, mazot kötü, benzin kötü; elektrikli araçlar çok iyi. Peki, elektrik nasıl üretiliyor, buraya bir sormamız gerekiyor, elektriği nasıl üretiyorsun? Yani linyit kömür santralinden elektrik üretiyorsun, ondan sonra elektrikli arabaya elektrik veriyorsun ve diyorsun ki: “Vay, çok güzel, sağlıklı, doğaya, çevreye zarar vermeyen bir ulaşım aracı.” Yok böyle bir şey yani, bir kere senin o elektriği nasıl ürettiğin önemli. Sen fosil yakıtlardan elektrik üretiyorsun ama “Fosil yakıt arabaya binmem.” diyorsun. Bu çelişkiyi bünyesinde barındırıyor ama işte kapitalizm, sermaye kendisine yeni yol ve yöntemler buluyor ve bize bir ezber oluşturuyor. Hepimiz şimdi elektrikli araçlara bakıyoruz değil mi? “Daha çevreci.” falan diyerek onlara binmek için uğraşıyoruz oysa işin gerçeği böyle değil. Bir bütün olarak bu anlayışın ortadan kaldırılması gerekiyor. Yani biz doğayı, çevreyi, insanı önceleyen bir yerden yaşam oluşturmaya bakmamız gerekiyor. Ticareti de sanayiyi de bütün bu enerji sektörünü de bu kapsamda, bu çerçevede düşünmemiz gerekiyor ve bunun üzerinden bir gelecek oluşturmamız gerekiyor. Çünkü şuna bakarsak; yani dünyanın kuruluşu, insanlığın ortaya çıkışı, bütün bu evrene baktığınız zaman esasında son yüzyıldır ve yüz elli yıldır, belki iki yüz yıla bile çıkmaz; insanlığı, doğayı, çevreyi altüst eden bir gelişim, bir sanayileşmeyle -yani tırnak içerisinde gelişim- karşı karşıyayız ve sermaye küreselleşmiş ve “emperyalizm” dediğimiz şey ortaya çıkmış ve küresel anlamda bütün doğanın, canlıların canına okuyan, geleceğine kasteden bir büyüme modeli ortaya çıkarılmış durumda ve biz de bu büyüme modelinin içerisinde kendimize yer bulmaya, yer almaya çalışıyoruz ki bu esasında yanılgının büyüğü.
Tabii, bunları söylerken yani 27’nci Dönemin son konuşmalarını yapıyoruz. Şunu ifade edeyim: Benim 25’inci Dönemde kısa bir beş aylık Milletvekilliğim oldu, ondan sonra 1 Kasımda seçilememiştim. 2015’te biz Milletvekili olurken Sayın Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ -kendilerine buradan selam gönderiyorum- bize bir brifing vermişti ve o brifingden aklımda kalan önemli bir şey vardı. Dediler ki: “Bizim tek sermayemiz var HDP olarak, bizim sermayemiz samimiyetimizdir.” Yani gittiğiniz yerde seçmeninize, konuştuğunuz insanlara, onlara böyle genel siyaset algısı içerisindeki ifadelerle değil yani samimiyetle ifade edin. Bunu niye söylüyorum? Yani şunu demiyorum: “Biz 14 Mayısta iktidar olacağız, Hükûmeti kuracağız, Cumhurbaşkanı çıkaracağız ve bu ülkede şu politikaları uygulayacağız.” Bizim Cumhurbaşkanı adayımız yok, bunu ifade ettik ve kaybettirme üzerine kurulu bir siyaset izlediğimizi; bütün bu politikaları, bu saate, bu dakikaya kadar saymış olduğum politikaları en acı bir şekilde, en feci bir şekilde uygulayan iktidara karşı bir kaybettirme politikası içerisinde olduğumuzu söyledik ama diğer taraftan şunu söylüyoruz, diyoruz ki: Parlamentoda minimum 100 milletvekili çıkaracağız, en az 100 milletvekiliyle burada yer alacağız ve Parlamentodan bu toplumun, doğanın, canlıların, çevrenin aleyhine kanunlar çıkmasına engel olacağız; söylediğimiz budur. Engel olacağımız bu şeyler, tümüyle bu bakış açısı, bütünüyle bu söyleme karşı bir tutumdur.
Dolayısıyla biz, örneğin, enerji politikalarının tümüyle kamu eliyle yürütülmesini sağlayacağız, yenilenebilir temiz enerjiyle üretim yapılmasını sağlayacağız yani böyle kanunlar çıkmasını sağlayacağız, bunların aleyhindeki kanunları da engelleyeceğiz. Yani enerjide yerinde üretim… Diğer taraftan da şu var: Her bir hanenin, her bir dükkânın, her bir binanın, her bir köyün, her bir kasabanın aynı anda kendisinin elektrik üretebildiği bir mekanizmayı oluşturmaya çalışacağız, bu konuyla ilgili kanunları destekleyeceğiz ve bütün bunları yaparken tabii ki önceliğimiz doğayı, çevreyi ve insanı önceleyen yerden bunları yapmak. Yani bunların aleyhine olacak bir sistemi asla ve katiyetle burada kabul etmeyeceğiz, o yasaların buradan çıkmasına müsaade etmeyeceğiz. Bu anlamıyla, örneğin, Türkiye’de elektrik ihtiyacı var mı ve elektrik enerjisi nerelerde tüketiliyor? Bunun öncelikle ele alınmasını sağlayacağız. Ve AVM’ler başta olmak üzere, elektrik tüketimindeki sarfiyatların ve bu savurganca tutumun sona ermesini sağlayacak politikaları destekleyeceğiz ve bu yasaların çıkmasını sağlayacağız.
Nükleer santraller Türkiye’nin ihtiyacı değildir. Türkiye’de eğer dağıtım şirketleri üzerine düşen vazifeleri yerine getirse, taahhütlerini yerine getirse, şu anda o Akkuyu Nükleer Santrali’nden tam faaliyet hâlinde üretilecek elektrik o tasarrufla elde edilebilecek durumdayken, biz, işte, Akkuyu Nükleer Santrali’ni değil tam tersine mevcut iletim dağıtım hatlarının verimli bir şekilde çalışmasını ve tasarruflu bir şekilde çalışmasını destekleyeceğiz ve bununla ilgili kanunları ve kararları destekleyeceğiz. Özetle, hiçbir şekilde, esasında doğanın, çevrenin, insanın aleyhine hiçbir kanunun bu Meclisten çıkmasına müsaade etmeyeceğiz.
KİT’lerin tekrar kamu yararına çalışır vaziyete getirilmesi gerekiyor ve ihracatta ihtisaslı ürün mantığının, politikasının izlenmesi gerekiyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Biz ham madde satıyoruz yani madenleri çıkarıyoruz, bir taraftan dağımızı taşımızı, toprağımızı, ormanımızı yabancı şirketlere peşkeş çekip onların madenleri çıkarmasına yol açıyoruz, izin veriyoruz diğer taraftan da o çıkarılan madenleri ihraç ederek “Büyük ihracatlar yaptık.” diyoruz. Oysa o ihracatlardan oluşturulan ürünleri biz daha fazla, büyük paralar ödeyerek ithal ediyoruz. O anlamıyla ihtisaslı ürünlere öncelik verilmesi gerekiyor. Bu ham madde üzerine kurulu ve toprağı, doğayı, çevreyi talan eden yağmacı bir ham madde çıkartımı, maden çıkartımı ve bunlara yönelik ihracat politikasını reddediyoruz ve bunların Meclisten çıkmasına da engel olacağız.
Şimdi, diğer taraftan, ülkede beyin göçü var. Gençler ülkeyi terk ediyorlar ama bunun sebebi tümüyle devletin, iktidarın yürütmüş olduğu politikalardır. Gençlerin ülkeyi terk etmesinin sebeplerine baktığınız zaman, tümüyle iktidarın politikalarından kaynaklı olduğunu ve özünde de aslında, demokratik olmayan bir ülkede yaşamanın zorluğundan kaynaklı olduğunu biliyoruz. O anlamıyla öncelikle Türkiye’de demokrasinin tesis edilmesini ve demokratik bir Türkiye’de gençlerimizin huzur içerisinde, refah içerisinde, mutluluk içerisinde yaşamasını sağlayacak politikaların ve kanunların Meclisten çıkmasını sağlayacağız.
Tabii, sanayideki konular içerisinde saydığımız bu küçük esnafın korunması var. Bütün bunları engelleyen zincir marketlerin köylere kadar girmiş olduğu ve neredeyse bütün ürünleri satıyor olduğu yani araba dâhil -araba satan zincir market de var artık, biliyorsunuz- bütün tüketim malzemelerinin satıldığı bir zincir market furyasıyla karşı karşıyayız; bunun da küçük esnafı bitirdiğini biliyoruz. Bunları engelleyecek birtakım kanunların buradan çıkmasını sağlayacağız. Avrupa’yı da birçoğunuz gezdiniz, gördünüz Türkiye’deki kadar AVM olmadığını biliyorsunuz. Türkiye bir alışveriş merkezi, büyük AVM’ler cenneti durumunda ve bunların hem küçük esnaf açısından hem de anlatmış olduğum sarfiyatlar açısından son derece sorunlu ve sıkıntılı olduğunu ifade ettik. Bu anlamıyla bu alanda da önemli düzenlemeler yapılması gerekiyor. Bir defa, yeni AVM yapılmasına müsaade edilmemeli, mevcut AVM’ler zaten ekonomik krizler nedeniyle ayakta duramıyor, buraların nasıl değerlendirileceğini tartışmak gerekiyor. Diğer taraftan da mevcut AVM’lerin böyle üç yüz altmış beş gün yirmi dört saat boyunca çalışmasına da müsaade etmemek gerekiyor; küçük esnafın varlığını sürdürebilmesi açısından bunların da olması gerekiyor.
Evet, söyledim; bu kanun teklifinde 10’uncu madde ile 12’nci maddenin tekliften çekileceğini ifade ettiler iktidar partisi, teklifi getirenler ve önergeleri sundular, bize de sundular önergeleri. Peki, 10’uncu madde ile 12’nci maddeyi niye çekiyorlar? 10’uncu madde, esasında, organize sanayi bölgesi sınırları içerisinde kalan vatandaşın arazilerine çökme maddesiydi, onların arazisine el koyma maddesiydi, madde sunulurken de böyle sunuldu zaten. 19’uncu madde de Vakıflar Kanunu’na madde ekleyerek -işte, özellikle İstanbul’da yaşadık- büyükşehir belediyesinin elinde bulunan vakıf mallarına el koyma maddesiydi yani bu ikisi çekildi. Peki, niye çekildi? Yani muhalefeti doğru, haklı buldukları için mi çekildi? Vallaha öyle değil.
Ben, bu Mecliste Meclis kürsüsünü en çok kullanan milletvekillerinden birisiyim, bu Mecliste en çok konuşan milletvekillerinden birisiyim, çok sayıda soru önergesi vermiş birisiyim, çok değişik konularda araştırma önergeleri vermiş bir milletvekiliyim, çok sayıda da kanun teklifi vermiş bir milletvekiliyim. Aslında bütün bunların, bu çabamızın dikkate alınmadığını da biliyorum. Ancak, işte, son günler ya, yasaların böyle patır patır geçmesi gerekiyor ya, hızlıca bitmesi gerekiyor ya, o nedenle böyle aslında akla mantığa da uymayan, vatandaşın devlete olan, iktidara olan -devlete olan aslında, bir bütün- devletin mahkemelerine olan güvenini de önemli ölçüde sarsan birtakım maddeler şimdi geri çekiliyor. Niye? Kanun bir an önce geçsin diye, dert bu aslında, vatandaşı düşündükleri için değil.
Bunlardan bir tanesi de 19’uncu maddeydi. Ben 19’uncu maddeyle ilgili komisyonda da anlattım. Vakıflardan sorumlu bürokratımız da buradadır sanırım. Şunu ifade ettim -kendi köyümden örnek verdim- dedim ki: Bakın, bu Vakıflar Kanunu sadece büyükşehir belediyesinin elindeki mallara çökme, el koyma değil, aynı zamanda köylerdeki birtakım vakıf arazilerine el koymadır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Tamamlayın lütfen.
ALİ KENANOĞLU (Devamla) – Bitiriyorum.
Nedir bu? Özellikle inanç merkezleri… Yani, Süryaniler bununla ilgili birtakım sorunlar yaşadılar, kiliselere el konuldu vakıf malı olduğu için. Biz de Tokat Almus Hubyar Köyü’nde, Hubyar Sultan Tekkesi’nde aynı sorunu yaşadık.
Ben komisyonda konuştuktan iki gün sonra mahkeme karar verdi ve Hubyar Sultan Tekkesi’ne tekrar Vakıflar Genel Müdürlüğü el koydu. Ya, dağ başında bir köy, dağ başında bir inanç, ibadet merkezi. Dedik ki: Derdiniz ne ya, ne istiyorsunuz buradan? İnsanlar orada kendi inancı, ibadeti çerçevesinde bir mekanizma kurmuşlar ve orada inançlarını, ibadetlerini yerine getiriyorlar. Siz illa diyorsunuz ki “Gideceğiz, biz oraya el koyacağız, burayı biz belirleyeceğiz.”
Şimdi, bu saygısızlıktır, inanca saygısızlıktır. Kanuni hakkınız olsa dahi bunu yapmakta imtina etmeniz gerekirken, gittiniz mahkeme kararıyla oraya el koydunuz ve derdiniz şu: İnanca müdahale etmektir, başka bir sonucu yoktur. Elinizi çekin Alevilerin tekkelerinden, dergahlarından ve ibadethanelerinden.